Hastanenin ikinci katındaki ön cepheye bakan geniş odada üç hasta yatağından ikisi boştu. Mevsimden mi bilinmez, kadın doğum servisi yoğun değildi. Süslü battaniyelere sarılan bebekler babaların kucağında erkenden evlerinin yolunu tutmuştu. Odada tek olmak bir lüks olabilirdi bu servisteki hastalar için, bu yüzden rahatlıkla girip çıkıyordu adam.
Hazırladığı çay termosunu o gün de yanına alarak hastanenin yolunu tuttu adam. İki adım yerdi zaten ama sert esen rüzgâr yolları süpürüyor, dallar kavga edercesine birbirlerine çarpıyordu. Rüzgârla adımları da yavaşlıyordu. “Fırtına yaklaşıyor!” diye geçirdi içinden, “Rabbim hayretsin!” dedi ve içindeki korkuyu bastırmak için dua etmeye başladı.
Hastanenin acil kapısından girerek kolaylıkla servis katlarına çıkıverdi. Bir süredir her akşam sabah geldiği için görevliler de alışmış, zorluk çıkarmıyorlardı. Endişesini gülümsemesi ile gizleyerek eşinin odasına girdi. Hemşirenin tansiyon ölçümü yaptığını görünce sessiz bekledi, başını sallayarak eşine selam verdi. İğnelerden delik deşik olmuş kolunu oynatmak zor geldiği için işaret parmağını kaldırarak karşıladı kadın onu.
Adamın, “Nasıl?” diye sormasına fırsat vermeden “Yataktan kalkmasın! Şikâyeti artarsa da haberim olsun!” diyerek odadan çıktı hemşire.
Hemşirenin gidişini başıyla takip eden adam, içindeki korkuyu, telaşı belli etmeden hangi kelime ile eşine sesleneceğini düşünmeye çalışıyordu. “Nasıl hissediyorsun bugün?” diyebildi. Eşinin konuşmaya takati yoktu, sanki konuşmak istese de sesi çıkmayacak gibi hissediyordu kendini… Bu sırada kadının parmaklarını avcunun içine alan adam, elleri gibi alnının da soğuk olmasını umarak kaşlarının arasından öptü… Çok şükür ateşi yoktu… İkisi de bir süre oradan buradan laf açarak düşüncelerini dağıtmaya çalıştılar. Çok konuşmazlardı aslında ikisi de… Bilindik kadınların aksine daha çok dinlemeyi severdi eşi, adam da konuşkan biri sayılmazdı. Kadın, ellerini, günlerce kıpırdamadan yatarak, sabırla büyüsün diye beklediği karnında tutuyordu.
Kadınla adamın sessiz sohbetine pencereden odaya sızan rüzgârın ıslık sesi de eşlik ediyordu. Yağmur damlaları ince ince iz bırakmaya başlamıştı tozlu pencerelerde. Sıkıca kapalı olup olmadığına bakma bahanesiyle pencereye doğru yöneldi adam. Üç katlı hastane binasının çatısına kadar uzayan dallarıyla birkaç çınar ağacı görülüyordu camdan. Dallar rüzgârın etkisiyle hızla sallanıyor, yağmur damlaları yaprakları dövüyordu. Öğle vakti olmasına rağmen kararan havayı uzakta çakan şimşekler aydınlatırken gök gürültüsü de duyulmaya başlamıştı.
Kafasındaki düşünceleri yağmur damlalarıyla toprağa gömmek istercesine bir süre camdan dışarıyı seyretti adam. Hastanenin karşısında en büyüğü üç-dört katlı evler birbirinden destek alır gibi sıralanmıştı.
At arabasıyla sebze satan bir adam, evinin altındaki deponun kepengini gürültüyle açarak yağmurdan ıslanmış atını içeri sokmaya çalışıyordu.
Dört tekerli ekmek teknesini balkon saçaklarının altına çekmiş bir başka satıcı da yağmurun dinmesini bekliyordu yaktığı sigaranın dumanını havaya üflerken. Yağmur hızlanınca sokakta kimsecikler kalmamıştı.
Bakışlarını tekrar ağaca doğru kaldırdı adam. Yağmurun şiddetle salladığı dalların arasındaki güvercin ilişti bakışlarına. Islanmasına rağmen yuvasında kıpırdamadan duruyor, sallanan dallardan bozulan dengesini sağlamak için arada kanatlarını açıyor ama asla yuvasından ayrılmıyordu. Diğer kuşlar duldaya tünemişken güvercinin bu hali normal değildi, kuluçkaya yatmış olmalıydı. Yirmi bir gün olmadan yuvayı terk etmesi demek, yumurtaların yavrularına mezar olması demekti.
Güvercinler, eşinin adını çağırdı içinde, eşine çevirdi bakışlarını. İçinde taşıdığı yavrusunu büyütmek için günlerce kıpırdamadan yatmak zorunda kalmıştı… Şikâyetleri artınca da hastaneye yatırmıştı doktor.
Başka şehirlerde başka hastane koğuşlarının penceresinden yine böyle uzun uzun dışarıyı seyretmişti adam. Sözün bittiği yerde, elinden bir şey gelmediği o dar anlarda gözlerini eşinden kaçırıp pencereden dışarıyı seyrederdi adam. Doğmadan kaybedilen kaç bebekleri olmuştu? Bunu saymak kolay bir şeymiş gibi düşünmek adamın kalbine ağır geliyordu. Hatta ikiz bebek olacak müjdesi ile isimlerini bile hazırladıkları o günler kendi hayatlarından bir sayfa değilmiş gibi düşünmek istiyordu kadın ve adam.
Evliliklerinin ilk senesinde henüz 20 yaşlarında iken kaybetmişlerdi ilk bebeklerini. Sonra bir daha… Sonra ikiz bebeklerini bırakmışlardı Zekai Tahir Burak Çocuk Hastanesi’nde…
Altı yılda dört yavruyu kucaklarına alamadan toprağa vermişlerdi, bu sefer ümitliydiler, her şey iyi gidiyordu, şu son şikâyetleri de olmasaydı… Dua etmekten başka bir şey gelmiyordu elinden.
Açılan kapının sesiyle düşüncelerinden irkildi adam, gelen doktordu. Tansiyon ölçüldü, ateşe bakıldı, şikâyetler dinlendi… Adam, iyi bir haber beklentisi ile doktorun gözlerine bakıyordu. “Yarın son kontrollerini yapıp eve çıkarabiliriz.” dedi doktor. “İnşallah!” diye fısıldadı kadın, “İnşallah!” dedi adam. Hemşire bitmek üzere olan serumu değiştirip çıktıktan sonra yine baş başa kaldılar odada. Eşine moral vermek için ellerini daha sıkı tuttu bu defa adam ve “Üç kişi olacağız inşallah!” dedi kısık bir sesle.
O gün geç vakte kadar eşinin yanında kaldı adam. Onsuz eve dönmek zor gelmişti. Oturma odasındaki koltuğa kıvrılıp uyudu. Karmakarışık rüyalar gördü. Gözlerini açtığında içinde bir huzursuzluk vardı. Kafasını hızla sallayarak aklına gelen korkunç düşüncelerden kurtulmak istedi. Telaşla giyinip hastanenin yolunu tuttu.
Dünkü fırtına dinmiş, havada garip bir sessizlik vardı. Etrafta hiç çocuk yoktu. Hastane sokağına girerken üçüncü Ayet-el Kürsi’yi okuyordu içinden.
Yolun bir yanında şehir mezarlığı, koyu yeşil serviler, beyaz mermerden hece taşları; diğer yanda devlet hastanesi, doğumhane ve morg çıkışı…
Odaya girip eşinin yatağının boş olduğunu gördüğünde geceki rüya geldi aklına ve ne yapacağını şaşırdı. Koridorda soru soracak birini ararken, eşi odaya getirildi.
Gözlerine hücum eden yaşlara izin vermemeliydi… Süslü battaniyelere sarılan bebekler babalarının kollarında, hastaneden sıcak evlerine giderken onların süslü battaniyelere bebeklerini sarıp çıkmaları başka mevsimlere kalmıştı.
Adam kadının koluna girip hastaneden çıkarken dişi güvercin hâlâ yuvasında; erkek güvercinse gagasındaki yemi yuvaya bırakmış, yanı başında duruyordu. Yeni dallar, yapraklar getirmişti yumurtaların üstüne örtmek için…
Yağmur, kar, fırtınaya karşı çınar ağacı gibi olamamak ve güvercin gibi inatla fırtınaya direnememek, boğazında ne yutulan ne de kusulan koskoca bir yumruğa dönmüştü.